kedicik. mavi olan neydi belki bir kitabın ismiydi. belki bir düşmenin
düşüp de kalkamamanın ismiydi. bundaki bilinmezlik aklımızda başka şey varken soyunup dilimize dökülenin bu olması. bizi zora sokuyor. ben ne yaparım bu maviyle. kedicik. biri çıksa hah ben de bunu arıyordum allah razı olsun dese biz de rahatlarız hiç yoktan seviniriz bile. bu şey bizim başımıza geldi kimsenin değil
yanında oturan adam durmadan konuşuyordu en son ne dediğini duymak mümkündü belki. ama bu şeyin öncesi neydi ve şimdi bunu düşünürken duyduğu son kelime de hızla uzaklaşmıştı. araba altına doğru yaklaşan beyaz çizgileri adeta yutuyordu . bu iyimser bir tahmin belki de böğrüne böğrüne sokulup birazdan tıslayan dilleriyle sokacaklardı onu. beyaz çizgiler uzaklara baktıkça küçülüyor. uzaklarda köprüyü geçince asfalttan ayrılan toprak bir yol vardı . mutlaka vardı. allahım burda bi yerde sol tarafta boyası kazınmış bir ok işaretiyle başlayan bir yol. asfaltın olmadığı, toprağın tozmasına camlarımızı kapadığımız gündüz olsa azman köpeklerin sürüden seyirtip o sivri dişleri ve köpüklenen salyalarıyla üstümüze atıldığı giderek yaklaşılan o en eski yere giden bir yol
sence bir kadın neden bir erkeği sever
neden sevmesin ki
bir kadını mı sevseydi
ne biçim cevaplar bunlar
seni neden sevdi sevgililerin
çünkü ben ordan geçiyordum
sen deli misin
hayır diğilim yalnızca sana verebileceğim cevap galiba beni küfre götürüyor
sınanmak bi şey değil kaybetmeye alışabiliyorsun
kalacağını bile bile sınava girip o dört sorudan bildiğin bir tanesini en güzel yazınla en güzel dilinle anlatıyorsun ama bu sonucu değiştirmiyor.dilersen kalan sürede cevaplayamadığın soruları defalarca kez kağıdına yazabilirsin bu da bir şey değil. sınıftan çıkıp giden insanlar harıl harıl aşka gelip yazanlar ve ara sıra başına bir hoca dikildiğinde soru sayfasını çevirip dikkatlice okuyor düşünüyor pozları ve bomboş bir kağıdı teslim ettiğinde sıraların arasından geçerken kalkan başlar sana bakar ıssız yollarda uzunlarını yakan otomobiller gibi sileceklerinden seçebildikleri kadarıyla yol kenarında silik bir adam terk eder evleri. içerde kalanlar, geride kalanlar sevgili falan değildir. aşk beni kalbimden kancalarla tutup yollara fırlatan serinliktir yokluktur orda olamayıştır artık yanan tarlalardan koşarak geçen ve henüz parçalanmadan niyet etmektir yeminle aşk beni oluklara sokup çıkarıyor aşk beni yaka paça kavrayıp mescitten içeri fırlatıyor ben orda iki büklüm en iyi bildiğim şeyleri bile unutmuş ...
bana cevabını bilmediğim sorular sor ne olur
istersen acı bana sana bir hikaye anlatıyım bu sorundan vazgeç istersen sorunun cevabını bu anlattığım say
bir sabah kalktım yağmur yağıyordu ve başımda korkunç bir ağrı balkona çıktım onu giderken gördüm köşeyi dönerken rüzgar yüzüme keskin keskin çarparken saçları havada savrulurken
bir süre durdum orda tahminen dolmuşa binmiş parasını verip üstünü de almıştı ve artık şöför insanlara nerde ineceklerini sorup ayakta yolcu almaya niyetleniyordu birden dışarda ki o yaşlı kadın ve torununu gördü ve şöföre ilerde ineceğini söyledi. şöför de yaşlı kadınla torununu dolmuşa aldı kalkıp yer verdi o ve ineceği yerin neresi olacağını düşündü o köpekleri gördüğünde çoktan inmek için seslenmişti artık sağ tarafta tepenin ve yabani otların arasında başı boş köpekler vardı dolmuş eylenirken kapıları da açılmış adımını atıyordu benimse yağmura direnemiyordu gözlerim ve rüzgar orda mı yoksa burda mı daha hızlı esiyordu bilmiyorum birden kilometrelerce öteden bir gecekondu mahallesinden mi hemen dibinde imar geçen yerlerde yapılan apartmanlardan mı bilinmez siyah bir naylon poşet fırladı sokaklara yollarda sürüklenerek rüzgar onu nereye savurursa oraya doğru gitti çağrıldığı yere. bense yorgun ve uykusuz yatağa doğru yöneldim. gözümü açtığımda dışardan kuş sesleri geliyordu yağmur dinmiş güneşli bir hava sessiz sessiz oturuyordu sanki. yüzümü yıkayıp ocağa çay koydum su kaynayıncaya kadar bahçeye çıktım yavru kediler de ordan burdan sesime seğirttiler anneleri de geldi birlikte bahçeye inen merdivenlerde yürüyorduk eğilip biraz peynir verdim ve salıncağa oturdum ilkin terliğimdeki çamurları kazımak için çöp aranırken bir iki vızıltı duydum sinek vızıltısı baktım yerde yatıyordu ölüydü kedi yavrularının en şirinlerinden biriydi bu parçalanan boynu ve yerde kuruyan kanı yağmur buraya kadar gelememiş demek bahçeye vişne ağacının dibine bir çukur kazdım gazeteyle tuttuğum bedenini koklamaya gelen kardeşlerini bi türlü uzaklaştıramıyordum çukuru kazarken solucanlar parçalanıyordu arada bir kumu elimle boşaltıyordum sonra tekrar kazıyordum. annesi evde yok diyordu gelmedi peki nerde kalıyor diyordum bunu bana söylemeyeceğine söz verdiğini söylüyordu. kediyi yavaşça yuvasına koydum yuvası diyorum mezara katıydı kaskatı bunu yapan köpekleri gebertmek lazımdı
gebertmek lazımdı çekmeceden silahı kaptım bunu niye yaptım bilmiyorum inanır mısın halen bazen rüyamda o silahı aldığım anı görürüm tam geri dönüp yerine koyacakken silah elimden yere düşer ve patlar ve insanlar üstüme kum atarlarken haykırarak uyanırım. cep telefonunun kapalı olduğunu bile bile aradım o erkek dedi ki az önce hem annesiyle hem de... neyse bir daha aramamamı söyledi hava kararana dek otobanın oralarda, demiryolu boyunca yürüdüm durdum. o gece bir şey oldu ne olduğunu bilmiyorum. eve ne zaman geldim nizamiyeden koşup eğitim sahasının orda beni neden yaka paça tuttular ve en son onun ütülediği üniformayı çekiştirip buruşturan askere nasıl kafa atabildim bilmiyorum ve bir kadının bir erkeği neden sevdiğini de bilmiyorum. anlıyor musun
Bülent Ata
Maça Beşlisi
Köy
ANA SAYFA